TÜRKÇENİN GELİŞİM TARİHÇESİ

I. GİRİŞ

Türk dili, Türk kimliğinin ve kültürünün temel ögesidir. Türkçenin konuşulduğu yerlerde başka soydan olan insanlar da Türkleşmiş, Türklerin duygu, düşünce ve inançlarını benimsemiştir. Buna karşılık kimi Türk boyları yabancı dillerin etkisine girince kimliklerini yitirmişlerdir.

Tarihçi Jean-Paul Roux, ‘’Türklerin Tarihi’’ adlı yapıtında [ 1] ‘’Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek biricik tanım dilbilgisel olandır. … Türklerin dili çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğundan ilişkide bulundukları birçok insan topluluğu tarafından benimsenmiştir.’’ diyor. Ünlü dilbilimciler, Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü övmüşlerdir:

Max Müller, görüşlerini şöyle açıklıyor: ‘’Türkçenin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir zevktir.Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilme niteliği, insan zekasının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır…. Türk dilinde her şey saydamdır, apaçıktır.’’ [ 2] (s.387), [ 3] (s.264).

Jean Deny, ‘’Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun danışma ve tartışmaları sonucunda oluştuğu kanısını uyandırıyor. Fakat böyle bir kurul, Türkistan bozkırında kendi başına kalmış olarak ve kendi yasaları ya da kendi içgüdüleri itişiyle, insan beyninin yarattığı bu sonucu sağlayamazdı !’’ demektedir [ 2] ,[ 3] .

Ancak Türk dilinin üstün niteliklerinin işlenerek gelişmesini geciktiren, dahası engelleyen durumlar tarih boyunca var olagelmiştir. Türklerin ‘’Anayurt’’ diye adlandırdığı Ortaasya bozkırında, doğa koşullarının zorlamasıyla oluşan göçebe yaşamı, yerleşik düzene geçmeyi önlemiştir. Böylece kentlileşme(Uygarlaşma ) zorlaştığından Türkçenin gelişmesi gecikmiştir. Bozkırın yorucu-sıkıntılı yaşam koşulları ve olumsuz iklim değişmeleri yüzünden, çevre bölgelere ve özellikle Batı ülkelerine doğru göçen Türk boyları, ayrımlı toplumlarla karşılaşmışlardır. O toplumların dillerinden ve kültürlerinden geniş biçimde etkilenmişlerdir.

Çevre ile ilişkiler ve göçler sonucunda Türkler kendi öz şamanlık inançları yanında Buda dini, Zerdüşt dini, Mani dini, Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinlerini benimsemişlerdir.Bu dinlerden din terimleri ve deyimleri aktarmışlar, benimsedikleri dinlerin gelenek ve göreneklerini kendilerininkilerle kaynaştırmışlardır.

Türkler göçtükleri ülkelerde kimi zaman bağımlı yaşamış, kimi zaman egemen devletler kurmuşlardır. Dıştan evlenme gelenekleri ve gittikleri çevreye uyum sağlamadaki aşırılıkları yüzünden, birtakım Türk boyları Türkçe konuşmayı unutma sonucu kimliklerini yitirmişlerdir. A. Z. Velidi Togan’ın ‘’Umumi Türk Tarihine Giriş’’ adlı kitabında ‘’Eski Çinde egemenlik süren Türk soyları hep milliyetlerini yitirmişlerdir. Bunlardan Topa soyu hükümdarları, kendi uyrukları olan Türkleri zorla Çinlileştirmişler ve Türkçe konuşmalarını ölüm cezası ile önlemişlerdir.’’ açıklaması yazılıdır[ 4] (s.136). Bulgar Türklerinin Slavlaşması, Suriyede yerleşen bir bölüm Türkün Araplaşması ve daha nice örnekler bu bağlamda sıralanabilir. Özellikle müslümanlaşma sürecinde kimi Türk toplulukları, dillerini değiştirerek Acemleşmişler ve Araplaşmışlardır. Oysaki bu süreçte Araplar kendi dillerini ‘’kutsal dil’’ görünümüyle başka uluslara benimsetmek, Acemler ise kendi dillerini İslam etkisinden korumak yolunu izlemişlerdir.

II. ANAYURT KÜLTÜRÜNÜN EGEMEN OLDUĞU ESKİ DÖNEMLERDE TÜRKÇE

Dil bilginlerince Ural-Altay dil ailesinden sayılan Türk dili, bu ailenin Altay kolundandır. Türkçe,.öteki Altay dilleri ile birlikte, ünlü harf zenginliği, ünlü uyumu, sözcüklerde dişilik-erillik ayırımının bulunmayışı, eylem tabanının buyurum durumunda ve ad tabanının tekil durumda oluşu, dilbilgisi anlatımlarının soneklerle sağlanması gibi ayırtkan özelliklere sahiptir[ 5] (s.42).

Türkçenin dil ürünleri, başka büyük dillere göre oldukça geç yazıya geçirilmiştir. Hun kağanı Mete’nin ünü çevresinde oluştuğu sanılan ‘’Oğuz Kağan Destanı’’, sözlü olarak yüzyıllarca Türk boylarınca söylenegelmiştir. İ.Ö. 750 ile 700 yılları arasında Ural Irmağını aşarak Güney Rusyaya gelen Saka (İskit) Türklerinin büyük kahramanı Alp Er Tunga adına oluşmuş sözlü destan parçaları, sonradan yazıya geçirilmiş, bilinen ilk Türk edebiyatı örneklerindendir[ 5] . İ.Ö. III. Yüzyılda Altay’ın doğusunda imparatorluk kuran Hunlar’dan ve daha sonra kurulan bir bölüm Türk devletlerinden zamanımıza yazılı belge ulaşmamıştır.

Türklerin dil yapısı, ulus bilincine ulaşma ve devlet anlayışları konusunda bize bilgi veren ilk yazılı örnekler, Göktürklerden kalma,.Orhun yazıtlarıdır.Tonyukuk, Kültiğin ve Bilge Kağan adına bengütaşlara yazılmışlardır. VIII. yüzyılın ilk yarısında dikilen bu yazıtlarda Türk dili tarihinin en arı Türkçesi kullanılmıştır. O dönemde Türkçe, yabancı etkilerden uzaktır; ulusal sayılabilecek bir dinleri olduğu için din terimleri Türkçedir. Orhun yazıtlarında koyu ulusçuluk anlayışı ortaya konur[ 5] (s.61). Yazıtlar bilinen ilk Türk abecesi olan Göktürk abecesi ile yazılmıştır[ 6] (s.17). Ayrıca Göktürkler Bozkurt ve Ergenekon destanlarını oluşturmuşlardır.

Kırgızlardan kalma Yenisey yazıtları, küçük bir zaman ayırımıyla, Orhun yazıtları döneminde yazılmıştır.

Göktürklerin yerine egemenlik kuran Uygur Türkleri, yerleşik yaşama geçmeleri, kendi Uygur yazıları, benimsedikleri Buda ve Mani dinlerine ilişkin bıraktıkları bol sayıda dinsel metinlerle tanınırlar. Uygurlar döneminde Türeyiş ve Göç destanları oluşmuştur.

Anayurt kültürü döneminde Türk ozanlarının kopuzları eşliğinde, sesleriyle sözlerinin bütünleştiği koşuklar, sagular sonraki dönemlere Türk halk sözlü edebiyatı olarak taşınmıştır.

Daha sonra yöneticiler, seçkinler ve okumuşlar Anayurt kültüründen uzaklaşarak,göçler yoluyla ulaştıkları kültürlerin etkisine –özellikle Arap ve Acem kültürlerinin etkisine- girdiklerinden, Anayurdumuzun Türk dili ürünlerini işleyip geliştirmemişlerdir. Dahası bu ürünleri değersiz görerek, Arapça-Farsça karması, biraz da Türkçe ile tatlandırılmış bir melez dili geliştirme yanlışlığına düşüp kendi kültürlerine yabancılaşmaya destek olmuşlardır.

III. MÜSLÜMANLIĞI BENİMSEME DÖNEMLERİNDE TÜRKÇE

Arapların müslümanlığı yayma savaşlarında, İranı ele geçirdikten sonra Türk bölgelerine ulaşmaları sırasında çetin bir Türk direnişi ile karşılaşılmıştır. Daha önce Abbasi halifesi Mem’un zamanında(805-807), Türklerden saray kolculuğu birliği kurulmasıyla başlayan Türk-Arap ilişkileri, Oğuz boylarının müslümanlığı benimsemesi(920-950) ve Karahanlıların müslüman Türk devleti olarak örgütlenmeleri (960) ile, Türklerin kitleler halinde müslüman olma sürecine dönüşmüştür[ 7] .

Müslümanlaşma sürecinde Türkler, hızla Batı ülkelerine doğru yayılmaya, yeni yurtlar edinmeye ve bu arada kendi kültürlerinden oldukça farklı Acem ve Arap kültürlerinin etkisine girmeye başlamışlardır.Kısa bir süre sonra müslüman Türkler ile henüz müslümanlığı benimsemeyen Türkler arasında kültür uçurumu oluşmaya başlamıştır. Müslüman olan Türkler, Şamanlık, Buda dini, Mani dini gibi eski dinleriyle ilintili kültürlerini küfür sayıp toplum belleklerinden silmeye çalışmışlardır. Türk anlayışı yerini müslümanlık anlayışına bırakmıştır. Örneğin müslüman Oğuz Boyları ‘’Türkmen’’ adıyla anılmaya başlanmışlar, müslümanlığı henüz benimsememiş öteki Oğuzları kendilerinden saymamışlardır.

Sözkonusu din kaynaşmasında Arapların ve Acemlerin tavrı oldukça farklıdır:

Müslümanlığı kendi soylarının dini sayan Araplar, Kur’an dilinin Arapça olması gerekçesine dayanarak, Arapçayı müslümanlığın yayıldığı her yerde egemen kılmaya çalışmışlardır. Bu akım Emeviler döneminde çok güçlenmiş, en büyük devlet başkanları saydıkları Halife Abdülmelik(685-705) zamanında, Arap dili İslam İmparatorluğunun resmi dili yapılmıştır[ 8] (s.1102).Kutsallaştırılan Arap dili etkisi ile kimi uluslar, örneğin Mısır Kıptileri, Irak Aramileri ve Kuzey Afrika Berberileri, tümden Araplaşmışlardır[ 8] (s.1102). Bu arada birtakım Türk boylarından Arap bölgelerine gidenler, örneğin Suriyeye giden Türkler, dillerini unutarak Arapça konuşmaya başlayıp Araplaşmışlardır. Müslümanlığı benimseyerek Arap kültürü etkisine giren başka soydan bilginler, İslam Dünyasının bilim dili durumuna getirilen Arapçaya hizmet etmeye başlamışlardır. Ünlü Türk filozofu Farabi(870-950), Yunanca felsefe terimlerine Arapça karşılıklar türetmiştir.

Türkler, müslümanlığı benimsemeye başladıkları ilk yıllarda, din terimlerini Arapça ya da Farsçadan almaya fazla eğilim göstermemişlerdir. Çünkü daha önce benimsedikleri Zerdüşt ve Mani dinlerinde İslam dininin kavramlarının birçoğuna karşıgelen din terimlerine Türkçe karşılık türetmişlerdi. X. yüzyılda Karahanlılar döneminde yapılmış Kur’an çevirisinde din terimleri öz Türkçedir. Bu çeviride, Kur’anda bulunan 2500 dolayındaki sözcükten yalnızca 9 tanesine Türkçe karşılık türetilmemiştir.

Bir süre sonra Türk dili, Arapça ve Farsçanın yoğun etkisine girmiştir. Türk seçkinleri arasında yazışma dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak Farsça hızla yayılmaya başlamıştır. Oysaki müslümanlığı benimseyen Acemler, kendi dillerini korumasını bilmişler, din terimlerinin Farsça karşılıklarını kullanmışlardır. Türkçeye giren İslam din terimlerinin birçoğu Arapça değil Farsçadır. Farsça yazan şair ve yazarlar, Firdevsi, Sa’di, Hafız, Nizami(Türk kökenli), Ömer Hayyam, Mevlana (Türk kökenli)… Farsçayı geliştirmişlerdir.

Sözkonusu geçiş döneminde Türkçe yazan yazarlarımız pek azdır. Karahanlı dil bilgini Kaşgarlı Mahmut, 1074 yılında tamamladığı ‘’Divan-ı Lügat-it Türk’’ adlı yapıtıyla Araplara Türk dilini öğretmeyi ve sevdirmeyi amaçlamıştır. Yapıt Arap dili ile yazılmasına karşın, Türkçe sözcükler , deyimler, atasözleri ve koşuk örnekleri içeren çok değerli bir kültür kaynağıdır[ 9] . Bu değerli yapıtta Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğu örneklerle açıklanmıştır. Balasagunlu Yusuf Has Hacib’in 1070 yılında yazdığı ‘’Kutadgu Bilig’’ (Kutlu Bilgi) adlı yapıt, olgun yazı dili ve güçlü anlatımıyla epik Türk edebiyatının özgün anıtlarındandır[ 5] (s.105).

Yazar, dil konusunu işleyen dizelerinde (günümüzün Türkçesiyle): ‘’Dildedir mutluluk dildedir değer; / Dili olmayana insan mı derler? / İnsanda dilince değişir kader; / Ya yurda baş olur ya başı gider / …’’ diyor.

XIII. yüzyılda Cengiz Hanın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanması, Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki baskısını önemli ölçüde azaltmıştır[ 4] (s.83),[ 10] (s.119). Timur İmparatorluğu döneminde(1368-1501), Uygur abecesi kullanılmış ve benzer olumlu gelişmeler Timurlular döneminde de sürmüştür. Timuroğullarından Hüseyin Baykara’nın Horasanda kurduğu devletin başkenti olan Herat’ta bulunan sarayında, Sultanın yakın dostluğunu kazanan Ali Şir Nevai(1441-1501), Türkçenin Farsçadan daha ileri bir yazı dili olduğunu kanıtlamak amacıyla, ‘’Muhakemet’ül Lugateyn’’ adlı yapıtını yazmıştır. Bu yapıt zamanın Türkçe ulusçuluğunu temsil eder.Ne yazık ki daha sonra Anadoluda egemenlik kuran Selçuklularda ve Osmanlılarda bu içerikli yapıt veren aydınlar çıkmamıştır.

İranlıların, İslam ile gelen Arap kültürü etkisine boyun eğmeyişi ve geliştirdikleri tavırlar, ulusal dilin korunup geliştirilmesi bakımından ilginçtir. Emevilerin yerine Abbasilerin egemenlik kurmasına katkıda bulunan Horasanlı Ebu Müslim (Türk kökenli olduğu sanılır), Şüubiyye görüşünün Arap olmayan müslümanlar ve bu arada özellikle Acemler arasında benimsenmesine öncülük etmiştir. İslamın ilk dönemlerinden başlayarak Arap kökenli müslümanları ‘’hürr’’ (özgür), Arap kökenli olmayan müslümanları ise ‘’mevali’’ (mevla’lar= bağışlanmış köleler) sayan Arap İslam Devleti, öteki budunların(kavimlerin) üzerinde baskı oluşturmuştu. Örneğin Halife Hz. Ömer, Arap kadınların dengi sayılmadıkları Arap kökenli olmayanlarla evlenmesini yasaklamıştı. Arap yönetimleri, Arap kökenli olmayanları ikinci sınıf müslüman sayıyorlardı [ 8] (s.1103),[ 11] (s.150), [ 12] (s.617), [ 13] (s.594). Arap kavmi üstünlüğü görüşüne karşıt olanlar, ‘’Şüubiyye’’ adı ile örgütlenmişlerdir. Ünlü Türk bilgini Biruni(973-1051), bu anlayışı destekleyenlerdendir. Şüubiyye yandaşlığı İranda ulusal kültürün ve ulusal dilin korunup gelişmesinde etkili olmuştur:

İran’ın ulusal şairi Firdevsi, İlkçağ İran düşüncesini ve inançlarını savunmuş, Arapları ağır dille yermiştir. 1010 yılında Horasan’ın Türk hükümdarı Gazneli Mahmut’a sunduğu, 60.000. beyitlik ‘’Şehname’’ adlı Farsça mesnevisinde, İran mitolojisini yüceltmiş, Arapları ise aşağılamıştır. Firdevsi Şehnamede: ‘’Bİr zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Key’lerin( eski Fars hükümdarları Keykubat, Keykavus, Keyhusrev v.b.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu senin yüzüne kahbe felek tuu!’’ demektedir [ 14] (s.64).

Türk hükümdarı Gazneli Mahmut, İran mitolojisi kahramanları Zal’ı, Zaloğlu Rüstem’i, Saka kağanı Alp Er Tunga’ya (Efrasyab) karşı savaşlarındaki başarılarından dolayı öven Şehname’yi ödüllendirmiş ve sarayının duvarlarına işletmiştir. Gazneli Mahmut ve kendisinden sonra hükümdar olan oğlu Mes’ut Türkçe konuşmakta idilerse de -Firdevsinin Farsçayı işleyip geliştirme çabalarını destekleyecek ölçüde anadillerinin bilincinden yoksun olduklarından- kurdukları devlet daha sonra Farslaşmıştır. Sonradan kurulan Türk devletlerinde , bu arada Osmanlı’da, Zaloğlu Rüstem bizim ulusal kahramanımız gibi tanıtılmış, buna karşılık Türk kahramanı Alp Er Tunga(Tonga) unutulmuştur. Zaloğlu Rüstem’in Alp Er Tunga’yı hile ile yakalatmasının anısı olarak dilimizde ‘’Tongaya düşmek’’ deyimi kalmıştır. Osmanlı divan şairleri, kendi ulusal destanımızmış gibi Şehname’den etkilenmişlerdir.

İslam coğrafyasının geniş bir alanında egemenlik kuran Büyük Selçuklu İmparatorluğu(1040-1157), Türk halkı ve askerlerine dayanmasına karşın, Türk dilinin gelişmesine önemli bir katkıda bulunmamıştır. Devlet ve seçkinler, bilim ve edebiyat dili olarak Arapça ve Farsçayı kullanmışlardır. Anadolu Selçukluları(1077-1308) resmi dil olarak Farsçayı kullanmışlardır[ 15] (s.79). Ünlü Selçuklu veziri Acem asıllı Nizamülmülk, ‘’Siyasetname’’ adlı yapıtını Farsça yazmıştır.Tutucu sünni İslam anlayışının ideologları Eş’ari ve Gazali’nin düşüncelerini [ 16] (s.79) egemen kılmak için kurduğu ‘’Nizamiye Medreselerinin’’ dili Türkçe değildir. Anadolu Selçukluları döneminde, Farsça Anadoluda giderek yaygınlaşıp devlet, bilim ve edebiyat dili olmuş, Arapçanın bile etkinliğini silmiştir.

Moğol istilasıyla Anadolu’ya, Türkmenlere ek olarak Kıpçak, Peçenek, Harizmli gibi öteki Türkçe konuşan boylar gelip yerleşmiştir. O sırada kentli Selçuklu ileri gelenleri kendilerini Türk/Türkmen saymazlar, ‘’Rumi’’ diye adlandırırlardı. Mevlana Celaleddin Rumi, yapıtlarını Farsça yazmanın yanında Türkmenleri aşağılamada aşırı tavır sergiler: ‘’Dünyayı Grekler inşa eder, Türkler yıkar.’’ demiştir[ 8] (s.157).. Büyük Selçuklu döneminin din ideoloğu İmam Gazali’nin ‘’insan görünümündeki Türklere dini görev verilmemesini’’ öğütleyen görüşünden[ 5] (s.160), Anadolu selçukluları döneminde de vazgeçilmediği anlaşılmaktadır.

Bütün bu olumsuz oluşumlara karşın, Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini göstererek, Türkçe, Anadoluda hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konyayı ele geçirip Siyavuş’u Selçuklu sultanı yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs 1277’de ünlü fermanını yayınlar: ‘’Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır! ‘’. Türkçenin bu bağımsızlık bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan ‘’ külahlı, ayağı çarıklı ve kara kilimli Türkmenler’’, Farsçayı benimsetmeye çalışan ‘’Rumi’’ adı takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır.

IV. OSMANLI DEVLETİNİN BAŞLANGICINDAN TANZİMAT DÖNEMİNE KADAR TÜRK DYLY

Anadolu Seçuklularının son yıllarında, Anadoluda yaygın halk dili durumuna gelen Türkçenin ilk büyük ustası Yunus Emre olmuştur. O, Anadolu Türklerinin inançlarını, yaşam felsefelerini, üzüntü ve sevinçlerini dile getiren eşsiz şiirleriyle ulusaldan evrensele ulaşmıştır.Yunusun Türkçesindeki açıklık, yalınlık Türkçeyi yetersiz bulanları yalanlamıştır. Mevlana’nın Mesnevisini okuduğunda çok uzun ve belki biraz da Farsça yazılmış olmasını beğenmeyerek, bu Mesnevinin yerine ‘’Ete kemiğe büründüm / Yunus deyi göründüm.’’ beytini önermesi, Türkçeyi sevenler için etkileyicidir. Yunus’un şiirleri yüzyılardan beri Türklerin belleğinde yaşamaktadır. Günümüzde Birleşmiş Milletler yapısının girişinde duvara yazılan ‘’Gelin kardeş olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz’’ dörtlüsü ile Yunus Emre güzel Türkçe ve insancıllık dersi vermektedir.

Osmanlı Devletinin ilk yıllarında, bir uç beyi olan sultanların Türkçeden başka dil bilmemeleri, halkın ve ordunun Türklerden oluşması nedenleriyle devler dili Türkçe idi. XIV. yüzyılda güçlenmeye başlayan Osmanlı Devleti, saray çevresine Arap ve Acem hayranı ileri gelenleri toplamaya başladı. Türkçe konuşup Türk kültürünü sürdüren Beylikler’in üzerinde Osmanlı egemenliği kurulması, Türkçenin gelişmesini durdurmaya başlamıştır. Osmanlının saray dilinde, Türkçe sözcüklerin yerini Arapça ve Farsça sözcükler almaya başlar. Giderek bununla da yetinilmez; Arapça ve Farsça tamlamaları, dilbilgisi kuralları Türk diline sokulur. Halk sarayın dili ile yazılan sultanların fermanlarını anlayamaz olur. Türkçeye karşı bu haksız tutumu, XIV. yüzyıl tasavvuf şairi Aşıkpaşa : ‘’Türk diline kimseler bakmaz idi / Türk dahi bilmez idi bu dilleri / İnce yolu ol ulu menzilleri’’ dizeleri ile eleştirir.

Giderek Türkleri ve konuştukları Türkçeyi küçümsemek Osmanlı sarayı çevresinde yandaş bulmaya başlar. Adli mahlasıyla şiir yazan Sultan II. Bayazıd, ‘’Değme, etrak(Türkler) ne bilsin gam-ı aşkı(aşk tasasını) Adli! / Sırr-ı aşk(aşk gizi) anlamaya haylı idrak(oldukça çok kavrayış) gerek…’’ demesi, bu tavrın en üst devlet katınca da benimsendiğini göstermektedir.

XVI. yüzyılın ünlü ve çok yetenekli şairleri Baki ve Fuzuli, Arapça-Farsça sözcükler ve tamlamalarla yüklü şiirler yazmışlardır. İçinden çıktıkları Türk halkının duygu ve düşüncelerini paylaşıp halk dili ile yazmadıkları için Arap ve Acem şairlerininin ‘’iyi taklitçileri’’ olmaktan öteye geçememişlerdir. Seçkinler çevresinin sanatçıları olmuşlar, fakat ulusal olamamışlardır. Ulusaldan evrenselliğe gidildiğini kavrayamamışlardır. Oysaki aynı dönemde İngiliz halkının İngilizcesi ile yazan, kendi toplumunun konularını işleyen W. Shakespeare, tiyatro yapıtları ve soneleri[ 18] ile ulusaldan evrensele ulaşmıştır.

Türkçe, Anadolu Türklerinin ‘’analarından öğrendikleri dil olarak’’ , varlığını sürdürmüş ve gelişmiştir; egemen Osmanlının desteğini görememiştir. Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kaygusuz Abdal ve daha nice Türk halk ozanları koşmalar, koçaklamalar söyleyerek Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı şairlerinden daha özgün, daha kalıcı olmuşlardır. Örneğin en ünlü Osmanlı şairleri, Karacaoğlan’ın ‘’Çukurova bayramlığın giyerken / Çıplaklığın üzerinden soyarken / Şubat ayı kış yelini kovarken / Cennet demek sana yakışır dağlar’’ dörtlüsü ile başlayıp ‘’Karacaoğlan size bakar sevinir / Sevinirken kalbi yanar göğünür / Kımıldanır hep dertleri devinir / Yas ile sevinci yıkışır dağlar’’ dörtlüsü ile biten koşmasındaki özgün doğa betimlemesinin düzeyine ulaşamamışlardır[ 19] . Bu koşmadaki anlatım akıcılığı ve sözcük zenginliği, Türkçenin gücünü ortaya koymaktadır.

Osmanlı yazar ve şairleri, Arapça ve Farsçaya düşkünlüklerini, İmparatorluğun yıkılışına kadar inatla sürdürmüşlerdir. XX.yüzyılda bütün dünyada yoğunlaşan ulusçuluk ve ulusal dilcilik akımları, Osmanlının bu aydın kesimini yeterince etkilememiştir. Örneğin Sultan III. Selim’e divanını sunarak üne kavuşan, bilgili ve yetenekli Osmanlı şairi Maraşlı Zümbülzade Vehbi, ‘’Farisi vü Arabiden (Arapça ve Farsçadan) iki şehbal(kanat) ister / Ta ki Pervaz-ı bülend eyleye(yükseklerden uçabile) anka-yı sühan(şiirin anka kuşu)’’ demektedir[ 20] (s.203)

Osmanlıda, ‘’Osmanlıca’’ denilen karma edebiyat dili, şiir ve süslü düzyazı dili olarak kullanılmanın yanında yazışma dili olarak da kullanılmakta idı. Zor okunan Arap kökenli Osmanlı yazısı ile yapılan yazışmalar, saray çevresinden pek az kişi tarafından güçlükle yapılabiliyordu. Bu olumsuzluklar, okumuş geçinen ufak bir kitleye saygınlık ve sözügeçerlilik kazandırmakta idi. Medresenin öğretim dili ise Arapça idi. İmam Gazali’nin ideolojisi uyarınca, halk dili olan Türkçe yerine kutsal sayılan Arapça ile din eğitim ve öğretimi yapılarak, din bilgilerinin geniş kitlelerce öğrenilmesi engellenip bu yolla ‘’ulema nüfuzu’’ korunuyordu. Devlet hizmetlerine pek kabul edilmeyen Türkler, Medreseye girebiliyorlardı; ancak Medresede verilen ağır Arapça dil dersleri yüzünden başka bilgiler edinmeye fırsat bulamıyorlardı. Günümüzün ilahiyatçılarından Prof. Hüseyin Atay’ın ‘’Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi’’ adlı kitabindan özetleyerek aldığımız aşağıdaki parçada[ 21] (s.146), günümüzde ”üniversitede yabancı dille öğretimi” savunanlara da ibret vardır:

‘’Bir Fransız, Alman ve İngiliz tefekkürü, felsefeyi ve medeniyeti kendi dilleriyle okumaya ve okutmaya başladıkları andan itibaren doğmaya başlamıştır. Kendi dilleriyle düşünmeye ve yazmaya başladıkları zaman hem dilleri gelişmiş ve hem de ilim, felsefe ve medeniyette atılımda bulunmuşlardır. Çünkü kolay, serbest, zahmet çekmeden düşünme ancak anadil ile olabilir… Dinin dil ile ilgisi yoktur. Arapça yazmayan da Arapça yazan kadar müslüman olabilir.’’

Osmanlı hazinesinden beslenen, ‘’arpalıkları’’ ele geçirmek için her türlü dolana başvuran ‘’ulema-yı rüsum’’(resmi din bilginleri), çağın bilimlerinin Osmanlıya aktarılmasını önlemişlerdir. ‘’Kadızadeliler’’ adlı din adamı zümresi, dini politik nüfuz aracı durumuna getirmiştir[ 30] ,[ 31] . Din dilinin Türkçe olmasına karşı çıkarak halkın din bilgilerinin doğrusunu öğrenmesini engellemişlerdir. Bu yolla kendi sapıklıklarını ve bilgisizliklerini gizlemeye çabalamışlardır.Bu tür din adamı tavrının çok eski tarihsel geçmişi vardır: İ:Ö: 3000 yıllarında Sumer rahiplerinin kurduğu dinin dili olan Sumerce, İ:Ö: 2400 yıllarından sonra Akad ve Babil rahiplerince – halkın konuşma dili değişmesine karşın – din dili olarak Hz. İsanın doğum yıllarına kadar korunmuştur[ 22] (s.67). Aynı anlayışla Hıristiyan rahipleri İncil’in eski diller Grekçe ve Latinceden konuşulan halk dillerine çevrilmesine karşı çıkmışlardır. XVI. Yüzyılda İncili ulusal dili Almancaya çeviren din adamı Luther büyük tartışmalara neden olmuştur. Akılcılığın ve bilimin Avrupada önem kazandığı ‘’Aydınlanma Dönemi’’, ulusal dillere geçişle başlamıştır.

Kur’anın başka dillere çevrilmesi de tutucu din adamlarınca, özellikle sünni mezhep kurucusu ve izleyicisi imamlarca engellenmiştir. Sünni mezhep kurucularından Saka(iskit) asıllı İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin, Arapça olmayan dille ibadet edilebileceği yolunda fetva vermesi (kimi yazarlara göre bu görüşünden sonra caymıştır), Hanefiliğin yaygın yandaş bulduğu 800-1200 yılları arasında başka ulusların İslamı kendi dillerinde okuyup anlama kolaylığı sağlamıştır [ 32] (s.106). Daha sonra Fatih Sultan Mehmet’in çağdaşı, Türkmen Beyi Akkoyunlu Uzun Hasan, Kur’anı Türkçeye çevirtip huzurunda zaman zaman okutmuştur.[ 34] (s.157). Oysaki Osmanlıda bağnaz görüş Cumhuriyet’e kadar sürmüştür. Üstelik XX. yüzyılın başlarında Araplar bile bayrı (kadim, eski) Arapça dilde yazılı olan Kur’anın çağdaş Arapçaya çevrilmesini istemekte idiler. Arap din bilginleri Kur’anın başka dillere çevrilmesinin uygun olacağını savunuyorlardı. Mısırdaki ünlü ilahiyat üniversitesi Cami-ül Ezher’de öğretim üyesi Prof. Ferid Vecdi bunların arasında idi [ 23] (s.76),[ 22] . Sözkonusu görüşlere karşı çıkanların başında ise Osmanlı uleması gelir: Sonuncu Osmanlı Sultanı Vahidettin döneminde Damat Ferit Paşa’nın bakanlar kurulunda Şeyhülislam görevini üstlenmişken, Anadoludaki kurtuluş hareketine katılanlara daha sert davranılması isteği yerine gelmediği için bu görevden çekilen ve de Vahidettin’le birlikte İngilizlere sığınan, Tokatlı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kur’anın Türkçeye çevrilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Mısır’da Arapça olarak yazdığı ‘’Kur’anın Tercüme Meselesi’’ adlı kitabında görüşlerini savunmuştur[ 22] . Din adamlarımızın Arapça ibadet diretmesi, günümüzde bile aşılamamış Türkçenin gelişmesine zararlı bir anlayıştır.

Dini kullanan tutucu takımı, basımevinin ülkemize gelişini engelleyerek Türkçe yayın birikimini engellemişlerdir. En sonunda 1727 yılında, din adamlarının basımevine izin verdiği şeyhülislam fetvasında, din ve şeriat kitaplarının basılmaması koşulu konulmuştur[ 2] (s.45).

Dünyadaki oluşumlara ve Türkçe konuşan halk yığınlarının İstanbulda toplanmasına bağlı olarak, XVIII. yüzyıldan başlayarak Türkçe, Arapça ve Farsça karşısında önem kazanmaya başlamıştır. Bu dönemin ünlü divan şairi Nedim’in İstanbul Türkçesini kullanarak Türk hece ölçüsüyle koşma yazması, Türkçeye tarih kitabı çevirmesi (Müneccimbaşı Tarihi), Osmanlıda “Türk diline dönüşün” belirtisidir.

V. TANZİMAT DÖNEMİNDEN OSMANLININ SONUNA KADAR TÜRK DİLİ TÜRKÇENİN BAĞIMSIZLIK KAZANMASI

XIX. yüzyılın başlarına gelindiğinde Avrupada ulusal diller benimsenip gelişmişti. İngiltere ve Fransa gibi kimi ülkelerde ulusal dil yaratıp geliştirme anlayışı çok eski dönemlere kadar uzanmakta idi. Osmanlının Batı dayatması ‘’Tanzimat’’ ile ulusal dile geçilme eğilimini anlamak için, kısaca, Batı’da dil konusuna değinmek yararlı olacaktır:

İngilterede 871 yılında tahta çıkan Büyük Alfred, Sakson, Norman ve Keltlerden kurulu devletini ‘’İngilizce konuşan ulus’’ yapmak için çalişmıştı. Hıristiyanlığın Latince dualarını Anglosaksoncaya çevirtip halkın okumasına sunmuştu. Okur-yazarlığın yalnızca din adamlarının bir ayrıcalığı olmasını sakıncalı bulmakta idi. XIV. yüzyılda , edebiyatçı ve diplomat Chauser, İngilizcenin gelişmesine katkıda bulundu. XVI. Yüzyılda, ulusal halk dilinde yazan W. Shakespeare ve daha birçok İngiliz yazarı İngilizceyi sanat, kültür ve bilim dili düzeyine çıkardılar[ 15] (s.26).

Fransada ulusal devlet oluşumu ile Fransızcanın gelişmesi birlikte yürümüştür. XIII. yüzyılda Paris üniversitesinin kurulması ve ‘’Yüzyıl Savaşları’’ (1337-1453) ulusçuluk duygularını güçlendirmiştir. Kilise de Fransızca konuşulmasına destek olmuştur[ 2] (s.226). Osmanlının tersine, Fransada devlet ulusal dili geliştirmeye çalışmıştır. Fransada ulusçuluk ‘’dil ve kültür ulusçuluğu’’ anlayışına dayandığı için Fransızca dünyanın en gelişmiş dillerinden birisi durumuna gelmiştir. 1789 Fransız Devrimini yapan kadronun ilk yaptığı işlerden biri, tüm Fransada “Fransızcanın Paris lehçesinin” konuşulmasını zorunlu kılmasıdır.

XIX. yüzyıl başlarında, Osmanlı İmparatorluğu gelişen bilim ve tekniğe ayak uyduramayarak Batı karşısında güçsüz düştüğünden -gönülsüzce de olsa- Batının değer yargılarını benimsemek eğilimine girmişti. Kendi öz halkı Türkler yerine azınlıklara dayanma politikası geri tepmişti. Azınlıklar, Batı’daki ulusçuluk akımlarının etkisi ile başkaldırıp birer birer ayrılıyorlardı. ‘’Kavm-i necip’’ (soylu toplum) diye yücelttikleri Araplar ayrılmaya çalışıyorlardı. Osmanlının dış politikasını yürüten ‘’Fenerli Rumlar’’ güvenilirliğini yitirmişti. Rumlar, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde geliştirdikleri seçkin İstanbullular Rumcası ‘’Rumeika’’ dilini bırakıp kökenlerinin dili olan bayrı(kadim) Grekçeyi geliştirme çabasına girişmişlerdi[ 15] (s.13). Böyle bir ortamda Türk halkının dilinin bağımsızlığını ve gelişmesini savunan aydınların ortaya çıkması kaçınılmazdı.

Gülhane Hattı Hümayunu(1839) duyurusunun temel ilkesi, Batı’nın benimsediği İnsan Hakları Bildirisinden alındığı için Osmanlı’nın tutucu dayatmaları bir ölçüde yumuşamış, her soyun kendi dilinde eğitim yapmasına olanak tanınmıştı. Bu bağlamda, seçkinler dili Osmanlıcanın yanında Türk dili gelişmeye başlamıştı. Tanzimat döneminin yazarları Şinasi Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi ve dönemin öteki aydınları Türkçenin gelişmesine katkıda bulundular.Ziya Paşa, divan edebiyatının dilinin ve örneklerinin Türkçe olmadığını, gerçek Türk dilinin İstanbulda ve taşrada halkın konuştuğu dil olduğunu söyler. Sultan Abdülaziz döneminde Türk dilinin ateşli savunucusu olan, ‘’sarıklı ihtilalcı’’, ‘’başveren inkılâpçı’’ Ali Suavi, yaşamı, düşünceleri, eylemleriyle bir Türk Voltaire’i rolünü üstlenmiştir. Suavi meslek yaşamına bir din adamı olarak başlamış olmasına karşın, dinde laiklik görüşünü savunmuş, ibadetin Türkçeleştirilmesini ve namaz surelerinin Türkçeye çevrilmesini önermiştir[ 23] (s.76). Ali Suavi’ye göre Osmanlıca diye bir dil yoktur. O, konuştuğu dili ile yazmış, Arapça ve Farsça kuralların dilimizden atılmasını savunmuştur. Pertev Paşa ile Akif Paşa devlet yazışmalarında dilin yalınlaşmasına çalışmışlardır. Mustafa Reşit Paşa , Ali Paşa ve Fuat Paşa bu yolu izlemişlerdir. Ali Paşa, ‘’kaba Türkçe ‘’ diye aşağılanan halk Türkçesiyle yazmakla övünmüştür. Ali Paşa, katipleri birtürlü sade ve açık yazmaya alıştıramadığı için, resmi yazıların Fransızca olarak kaleme alındıktan sonra Türkçeye çevrilmesini emretmek zorunda kalmıştır[ 24] (s.196).

Cevdet Paşa Türkçeye önemli hizmetlerde bulunmuştur. İlk öğretmen okulu ‘’Darülmuallimin’’ ve ilk Türk akademisi ‘’Encümen-ı Daniş’’ onun katkılarıyla gerçekleşmiştir. Öğretmen okulunun kurulmasında programlara fazla Türkçe ders koydurtması, Medrese yandaşlarını korkutmuştur. 1850 yılında kurulan Akademinin kuruluş layıhasında şu açıklamalarda bulunmuştur:

‘’Akademi Türk dilini geliştirmeye çalışacaktır. Bu dil ihmal edilmiştir. Eskiler eserlerinde Arapça ve Farsça kelimelere o kadar çok yer vermişlerdir ki bir sahifede ancak iki Türkçe kelimeye rastlanabilmektedir.’’.

II: Abdülhamit’in tahta geçmesi sonrasında Anayasanın (Kanun-u Esasi) hazırlanmasında dil sorunu ortaya çıktı: Geniş Osmanlı topraklarından Meclise gelecek temsilciler hangi dil ile konuşacaktı? Batı, yüzyıllar önce tek bir ulusal dili egemen kılıp geliştirerek böyle bir sorunla karşılaşmamıştı. Uzun tartışmalardan sonra -azınlıkların tepkileri de yatıştırılarak- Anayasanın 18. Maddesine Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğuna ve devlet hizmetlerine gireceklerin bu dili bilmesinin gerektiğine ilişkin hüküm konuldu.

II.Abdülhamit’in Meclisi kapattıktan sonra uyguladığı ağır sansür, dili kapsamadığından, aydınların Türkçeyi geliştirme çabaları kesintiye uğramamıştır. II: Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın telkini ile devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemiş ise de, Sait Paşa’nın ‘’Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar’’ diyerek karşı çıkması üzerine, bu isteğinden vazgeçmiştir.[ 24] (s.195). Daha sonra II. Abdülhamit, güvendiği azınlıklardan umudunu kesmiş olacak ki bir Türkmen aşireti olan Karakeçililerle kendisine soy kütüğü bağı kurup onlardan muhafız birliği oluşturmuş, ‘’Ben de Türküm’’ demiş, Türkçe eğitim veren okulların açılmasını desteklemiştir. Öte yandan, Kur’anı Türkçeye çeviren hocaları mahkemeye vererek , cepheleri bölme, kişileri birbirine düşürme politikasını ustalıkla uygulamıştır[ 15] (s.161).

II. Abdülhamit döneminin baskıcı politikasına karşı çıkan ve direnenlerin bir bölümü, düşünce bakımından Batı yanlısı olmalarına karşın, dil bakımından aşırı Osmanlıcacılık görüşünü benimsemişlerdir. Bu aydınlar ‘’servetifünun’’ dergisinde bir yayın birlikteliği oluşturmuşlardır. Servetifünunculardan Tevfik Fikret(1867-1915), Cenap Şahabettin(1870-1934), Halit Ziya Uşaklıgil(1866-1945) ağdalı Osmanlıca ile yazdıkları için, kimi yenilikçi düşüncelerini halka duyuramamışlar, Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunamamışlardır. O dönemin halk dili ile yazan yazarı Hüseyin Rahmi(1864-1944) ise, İstanbulu gözlemleyen ve İstanbul Türkçesini işleyen öyküler, romanlar yazarak dilimize yarar sağlayıp kalıcı olmuştur. Servetifünun döneminde ‘’Türk Şairliği’’ görevini yüklenen Mehmet Emin (1869-1944), Tevfik Fikret kadar yetenekli şair olmasa da, ondan çok fazla ulusuna yararlı yararlı olmuş, Türkçenin benimsenmesine katkıda bulunmuştur.

Dil konusundaki yanılgısını, Cumhuriyet döneminde Dil Devriminden sonra anlayan Halit Ziya Uşaklıgil, ‘’Kırk Yıl’’ adlı yapıtında ‘’… sanki Türkçeden ne kadar uzaklaşılırsa o kadar hüner gösterilmiş olacak vehmiyle bu garibeleri icadetmek o zamanın bir illeti idi… ‘’ diye yazmıştır. Ne yazık ki Halit Ziya’nın döneminin Arapça-Farsça illeti, günümüzde daha hafif seyretse de, Frenkçe illeti biçiminde varlığını sürdürmektedir. Türk dilini ‘’Altürki’’ biçimine sokan kafalar, günümüzde ‘’The Türkçe’’ uydurma hevesindedirler.Örneğin Osmanlıca ‘’tahavvül’’ sözcüğü yerine türetip kullanmakta olduğumuz ‘’dönüşüm’’ün Frenkçesi ‘’transformasyon’’u kullanarak bilgiçlik ve modernlik taslamaktadırlar! Dahası ‘’Türkçe ile bilim yapılamaz’’ diyebilen düzmece bilim adamları çıkabilmektedir.

XIX.yüzyılın sonlarına doğru, Türk ve yabancı dilbilimciler Türkçenin sözlüğü ve dilbilgisi konularında önemli çalışmalar yapmışlardır. Şemseddin Sami, Türkçenin kapsamlı bir sözlüğü olan ‘’Kamus-u Türki’’ adlı yapıtını 1901 yılında yayımlamıştır. Arapça, Farsça ve Türkçeden karma dil olarak oluşturulan Osmanlıcanın, Türklerin ulusal dili olamayacağını savunmuştur. 1910 yılında Selanik’te yazı yaşamına başlayan ‘’Genç Kalemler’’ adlı dergi, Türkçenin savunuculuğunu yapmış ve gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp bu dergide yayınlanan düşünceleri ve arınmış Türkçe örneği yazılarıyla, Cumhuriyet döneminin dil devrimine öncülük etmişlerdir.

VI. CUMHURİYET DÖNEMİNDE TÜRK DİL DEVRİMİ BİLİM TERIMLERI ÇALISMALARI

Osmanlının son zamanlarında yoğunlaşarak süren Türkçeyi arındırıp geliştirme etkinlikleri, Türk halkının egemenliğine dayanan Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla güç kazanarak hızlanmıştır.Türkçe sözcüklerin ve dilbilgisi kurallarının Türk diline yerleşmesine karşı olanlar, Cumhuriyet dönemine girilmesi sonucu seslerini kısmak zorunda kalmışlardır. Dil tartışması konusu, Latin abecesine geçme ve bilim, sanat ve felsefe terimlerini Türkçeleştirme üzerine yoğunlaşmıştır.

Osmanlı döneminde, tıp, mühendislik ve askerlik terimlerinin Batı dillerinden Osmanlıcaya çevrilmesi görüşü egemendi. Ancak terim türetmede Türkçe sözcüklerden değil de Arapça ve Farsça sözcüklerden yararlanılmakta idi. Bu “takıntıyla” kimi zaman gülünçlüklere düşülürdü.Örneğin Osmanlının İtalyadan satın aldığı topların üzerinde ‘’Balliemez’’ damgası bulunduğu için, bu toplar Türkler arasında ‘’Balyemez Topu’’ diye adlandırılmıştı. Ancak Osmanlının bilgiç okumuşları, bu toplara Türkçe bir ad konulduğunu sanarak, Türkçe sözcükleri aşağılık sayıp Türkçeyi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadıklarından, Türkçe ‘’Balyemez’’ sözcüğünü, yarısı Arapça yarısı Farsçaya çevirerek ‘’Asalnemihored’’ yapmıştı. ‘’Asal’’, Arapça “bal”, ‘’Nemi-hored’’ ise Farsça “yemez” anlamına geliyordu [ 32] (s.39). Büyük Türk düşünür ve yazarı Ziya Gökalp bile terimlerin Kutsal Kitabın(Kur’an) dilinden alınmasını önermiştir[ 23] (s.226). Ali Suavi, öteki aydınlardan farklı olarak, Batı’nın uluslararası terimlerinin aktarılmasını savunmuştur[ 26] (s.109).

Osmanlının son döneminde gündeme getirilen önemli bir dil sorunu da Arap abecesi idi. Arap abecesinin ünsüz harflerden oluşması, Anadolu Türkçesinde bulunan sekiz tane ünlü harfe Arapçada karşılık bulunmayışı, Türkçenin yazıya geçirilmesinde sorun çıkarıyordu. Çağdaş bir abeceye geçilmesi gereğini birçok aydın dile getirmişse de tutucu kesim ve özellikle Medresenin karşı çıkmasıyla karşılaşılmıştı.

Kurtuluş Savaşının zafere ulaşmasından sonra, 1923 yılında İzmir’de toplanan İktisat Kongresinde işçi delegelerinden İzmirli Nazım ile iki arkadaşının verdiği Latin harflerinin kabulü hakkında önerge, kongre başkanı Kazım Karabekir Paşa tarafından işleme konulmamıştır.Paşa bu konuda bir demeç vererek ‘’Bizim lisanımızı terennüm edecek hiçbir Latin hurufatı(harfleri) yoktur.’’ demiştir. Kazım Karabekir Paşanın demeci bazı yazarlarca tepkiyle karşılanmıştır. Kılıçzade Hakkı ve Hüseyin Cahit Latin harflerini savunmuşlardır.

En sonunda yazı konusu Meclis kürsüsüne gelmiş, İzmir mebusu Şükrü Saraçoğlu ‘’Arap hurufatı, Türk lisanını yazmaya müsait değildir.’’ demiştir. Tatışmalara katılan ünlü Türkolog Fuat Köprülü Latin harflerinin kabulüne karşı çıkmıştır. Tarihçi Zeki Velidi Togan da aynı safta yer alarak ‘’Suret-i kat’iyyede bilmeliyiz ki Latin hurufatının lisanımıza tatbiki imkansız ve muzurdur.’’ demiştir.

Abece sorununu, Atatürk ‘’Bizim ahenkli zengin dilimiz Yeni Türk Harfleriyle kendini gösterecektir.’’ diyerek, 3 Kasım 1928 tarihinde Mecliste kabulünü sağladığı yasayla, Latin harflerine dayanan Türk abecesini dilimize kazandırmıştır[ 27] . Atatürk’ün yazı devrimi uluslararası ölçekte önemli büyük bir devrimdir. Yeni abecemizin sesçil(fonetik) olması, ülkemizde okur-yazar sayısını hızla çoğaltmıştır. Kökenbilimsel (etimolojik) yazılara sahip olan diller, örneğin İngilize, söylendiği gibi yazılmamanın olumsuzluğunu taşımaktadır. Bu durum hem o dili konuşan halklara hem de yabancı dil olarak öğrenenlere ağır bir “belleme yükü” getirmektedir.

Yeni yazının benimsenmesi Türkçenin yazıya geçirilmesini kolaylaştırmış, Türkçe yazılan kitapların sayısını hızla çoğaltmıştır. Atatürk, yazı devrimi sonrasında zamanının büyük bir kesimini Türk dilinin derlenmesi, işlenip yeni sözcükler türetilmesi çalışmalarına ayırmıştır. Türkçenin geleceği konusundaki düşüncelerini şu özdeyişi ile ortaya koymuştur:

‘’Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller diller boyunduruğundan kurtaracaktır.’’

Atatürk, gösterdiği hedefe ulaşmak için 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni kurdu. Dil kurultayları toplayarak bilim adamlarının görüşlerini aldı. Halk dilinden derlettiği ve uzmanlara türettirdiği Türkçe sözcükleri konuşma ve yazı dilimize yerleştirmeye çalıştı.

Atatürk, bilim terimlerinin Türkçe sözcüklerden türetilmesi görüşünü benimsemiştir; Batı terimlerinin aktarılmasına da, Arapça-Farsça kökenli sözcüklerden terim türetilmesine de karşı çıkmıştır.Çok önem verdiği terim çalışmalarına öncülük ederek 1936 yılında matematik terimlerini Türkçe kökenli sözcüklerden türetip ‘’Geometri’’ adlı kitabında örnekleriyle açıkladı[ 28] . Bu kitapta, boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, yatay, düşey, yöndeş, üçgen, yamuk, artı, eksi, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan… ve daha birçok terim – bu alanda çalışacaklara kılavuz örnekler olmak üzere – ortaya konmuştur.

Atatürk’ün benimsediği, ulusal dilin sözcüklerinden terim türetme anlayışı, Batı ülkelerinde bu alanda izlenen yoldan daha ileridir. Batılı’ların kendi dillerine bir ölçüde kaynak olan ölü Latince ve Grekçe dillerinin sözcüklerinden terim türetme anlayışları, kanımızca pek yerinde değildir. Doğru yöntem, ulusal dilin sözcüklerinden terim türetmektir. Terimlerin anlamlarının, türetildikleri sözcüklerin kök anlamlarıyla çağrışım bağı olması, terim öğrenmeyi kolaylaştırır, eğitim ve öğretimde kavrama kolaylığı sağlar. Türkçede, kök sözcüğün yapısını bozmadan, türetme ekleriyle çok sayıda yeni sözcük ve terim türetilebilme olanağı bulunduğundan, Hint-Avrupa ve Sami dillerine göre Türkçenin sözcük ve bu arada bilim terimleri türetmede önemli bir üstünlüğü vardır. Prof. Doğan Aksan’ın ‘’Türkçenin Gücü’’ yapıtında[ 29] açıklandığı üzere, Türkçemiz bu özelliği ile benzersiz üstünlüğe sahiptir. Bu yapıtta ‘’sür-‘’ kökünden, yalnızca Türkiye Türkçesinde 100 kadar türetilmiş sözcük örneği verilmiştir.

Eklerin sözcük kükünü değiştirmemesi, Türkçenin sesçil(fonetik) bir dil olmasını sağlamıştır. Latin abecesi ile, okunduğu gibi yazılan Türkçemiz, Batı’nın gelişmiş dillerine yazım konusunda üstünlük sağlamıştır.

Bütün bu olumlu gelişmelere karşın, Türk Dil ve Yazı Devrimine karşı çıkmayı sürdüren bir bölüm aydın kesimimiz, Cumhuriyet yıllarında da var olagelmiştir.Öncelikle belirtmek gerekir ki dilini yabancı sözcüklerden koruyup arındıran ne ilk ne de tek ülke biziz. Fransa günümüzde bile yabancı sözcük kullanımına yasak koymaktadır. Alman ve Macar dillerinde büyük bir özleştirme yapılmıştır[ 33] . 1936 yılında Kahire’de toplanan Arap dil kurultayı, Türkçe kökenli 3600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında ‘’sarık’’ örneği Türkçe din sözcükleri de vardır. Ancak Osmanlı kültürü çerçevesinde Arapça-Farsça dil zevkine kapılanlar, terkedilen Osmanlıcayı yaşatmak için çaba harcamaktadırlar [ 35] ,[ 36] .

Cumhuriyet döneminin kimi politikacılar ve siyasal iktidarları, yandaşlarına şirin görünmek için arınmış öz Türkçeye karşı çıkmışlardır. Demokrat Parti iktidara geçtikten sonra, 1952 yılında Fuat Köprülü ve 203 arkadaşı Meclise bir önerge sunarak Anayasadaki öz Türkçe sözcüklerin Osmanlıcaya dönüştürülmesini istemişlerdir. Bu iş için kurulan komisyon daha da ileri giderek Anayasa yerineTeşkilat Esasiye Kanunu’nun yeniden yürürlüğe girmesini istemişlerdir.Ünlü Türkçü Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1910 yılında Selanik’te yayınlanan Genç Kalemler dergisinde ortaya koyduğu görüşlerden dönerek* , Osmanlıcayı savunan ve Türkçenin söylemini (telaffuz) yeren ateşli bir nutuk söylemiştir. Tartışmalar sonunda, 32 red ve 9 çekimser oya karşılık 432 oyla Anayasa metni yürürlükten kaldırılmıştır. 1960 İhtilaliyle tutucu dil görüşünden dönülerek Türk Dil Kurumunun çalışmaları desteklenmiştir. Daha sonra 12 Eylül Darbesi sonrası, dilde geriye dönüş zorlamalarına girilmiş, kimi öz Türkçe sözcüklerin kullanılması Yönetim Buyruğuyla yasaklanmıştır. Bu sözcükler arasında ‘’devrim’’ ve dönemin devlet başkanı Kenan Evren’in soyadı olan ‘’evren’’ sözcüğü bile bulunmakta idi. Fakat dilde özüne bağlı gelişmelere karşı çıkmalar etkili olamamıştır. Dil devrimi başarılı olmuş, toplumun her kesimi yalın Türkçeyi benimsemiştir.

Günümüzde, Türk dili için büyük tehlike ‘’yabancı dilde eğitim’’ politikasıdır. Bu işin ticaretini yapanların siyasi baskı ve yönlendirmeleri, küreselleşe etkileri, ülkemiz kaynaklı bilim üretme yetersizliği ve varlıklı Batı ülkelerinde iş tutup yaşama arzusu gibi çeşitli etkenlerle ‘’yabancı dilde eğitim” yaygınlaşmaktadır.

Türk kimliğini korumak, Türk kültürünü geliştirmek, Türkiyede ulusal içerikli bilim, sanat ve felsefe yapmak ıstiyorsak; İngilizler, Fransızlar, Almanlar gibi biz de her düzeydeki okullarımızda Türkçe Eğitim-öğretim vermek zorundayız. Sömürgelikten gelmeyen hiçbir ulus yabancı dilde eğitim –öğretim yapmamaktadır. II. Dünya Savaşı sonunda Amerikan işgali yaşayan Japonya, işgal döneminde bile yabancı dilde öğretime izin vermemiştir. Ulusal dil ile
eğitim– öğretim yapan Japonlar dünyanın en gelişmiş uluslarından birini yaratmışlardır.

Yabancı dil öğretimini önemsemek, Türkçe öğretim içinde ele alınmalıdır.

VII. SONUÇLAR VE ÖNERİLER

Yukarıda -çok kısa olarak- sunulan açıklamalardan anlaşılacağı üzere, ulusal dilimiz Türkçe’nin korunup geliştirilmesi konusunda, yüzyıllardan beri yanılgılar içinde olunmuştur. Bu yanılgılar, bir ölçüde günümüzde de sürmektedir.

Dünyanın en kurallı, en üstün anlatım yetenekli dillerinden biri olan Türkçe’nin geliştirilmesine katkıda bulunmak ulusal görevlerimizdendir.

Türkçenin korunma ve işlenerek geliştirilmesi ereğimizi gerçekleştirmek için önerilerimiz aşağıda sıralanmıştır :

1) Her düzeydeki tüm okullarımızda eğitim – öğretim dilinin Türkçe olmasını sağlamalıyız.

2) Devlet memurluğuna girmede ve özellikle akademik yükseltmelerin her aşamasında “Türkçeyi okuyup anlama, Türkçe dilbilgisi ve sözcük bilgisi düzeyi sınavları” yapılmalıdır.

3) Yabancı dilde bilimsel yayın yerine, yabancı dilde geniş özetli Türkçe yayınlar özendirilmelidir.

4) Yabancı dil öğrenmeye olan gereksinme ve ilgiyi karşılamak üzere, her düzeydeki okulda “uygulamalı yabancı dil öğretimine” önem verilmelidir. Bu bağlamda olmak üzere, üniversite ve yüksek okullarda Turkçe okutulan derslerin terimlerinin yabancı dillerde (İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça…) karşılıkları konu sonlarına, söylemleriyle birlikte, ek olarak konulmalıdır. Türkçe olarak okutulup öğretilen derslerin önemlilerinin, “yabancı dilde yinelenmeleri” yapılarak, yabancı dil öğretimi verimli kılınmalıdır.

5) İşyerlerine yabancı dilde ad koyma, yerli mallara yabancı dilde marka koyma yanlışlıklarının önüne geçmek için, bu ticari kuruluşlardan her yıl “Yabancılığa Özenme Vergisi” alınmalıdır.

6) Türk Dil Kurumu’nun konuşma dili için ile bilim, sanat ve felsefe dili için Türkçe kök sözcüklerden sürekli sözcük türetmesi sağlanmalıdır. Bu görevi yüklenenler Devletçe desteklenmelidir. Türkçe yazarak dilimizi geliştirme etkinliklerine katkıda bulunan yazarlara, her yıl, “Türkçeyi Geliştirme Ödülleri” verilmelidir.

7) Bağımsızlıklarını kazanan Türkçe konuşan devletlerle ve başka devletlerin içinde azınlık olarak yaşamakta olan Türkçe konuşan topluluklarla, “Türk dili bağı” güçlendirilmelidir. Türkçeyi uluslararası iletişim dili yapmak için her vatandaşımız, aydınımız ve Devletimiz çaba harcamalıdır.

Prof.Dr. İbrahim Bakırtaş

TEŞEKKÜR : Bu çalışmanın hazırlanmasında değerli uyarılarıyla katkıda bulunan Türkçe-Edebiyat Öğretmeni Meral BAKIRTAŞ’a teşekkürlerimi sunarım.

KAYNAKLAR.

[ 1] J.P. Roux, Türklerin Tarihi, Milliyet Yayınları, 1989

[ 2] A. Sayılı, Bilim Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994.

[ 3] İ. Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İnkılap Kitabevi, 1987.

[ 4] A. Z. V. Toyan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, 1981.

[ 5] F. Bozkurt, Türklerin Dili , Cem Yayınevi, 1992.

[ 6] T. Tekin, Tarih Boyunca Türkçenin Yazımı, Simurg Yayıncılık, 1997.

[ 7] Ü. Hassan, Osmanlı Devletine Kadar Türkler, (Açıklamalı bir kronoloji), Cem Yayınevi, 1987.

[ 8] D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Tekin Yayınevi, 1990.

[ 9] Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lugat-it Türk, Toker Yayınları, 1984.

[ 10] A. Çeçen, Türk Devletleri, Inkılap Kitabevi, 1986.

[ 11] Z. Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, M.E.B Yayıları, 1992-

[ 12] P. K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Cilt I, İlahiyat Fakültesi Vakfı

[ 13] O. Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 1984.

[ 14] A. Kabaklı, Türk Edebiyatı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 1989.

[ 15] H. S. Payzın, Tarihte Dil, Yazı, Buluş ve Toplum, Doğruluk Matbaacılık, 1992.

[ 16] P. Hoodbhoy, İslam ve Bilim, Cep Kitapları, 1992.

[ 17] İ. A. Çubukçu, Türk – İslam Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992.

[ 18] W. Shakespeare (Ç. : T. S. Halman), Tüm Soneler, Cem Yayınevi, 1993.

[ 19] C. Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisİ, T.D.K. Yayınları, 1983.

[ 20] ..I. Z. Eyüboğlu, Geçmişin Yaşama Gücü, Adam Yayıncılık, 1982.

[ 21] H. Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yayınları, 1983.

[ 22] M. İ. Çiğ, Kur’an İncil ve Tevrat’ın Sümerdeki Kökeni, Kaynak Yayınları, 1997.

[ 23] H. Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınlar, 1979.

[ 24] İ. Ulçugür, Agah Sırrı Levend, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1982.

[ 25] R. Mutluay, Tanzimat ve Servet – i Fünun Edebiyatı, Gerçek Yayınları, 1988.

[ 26] A. S. Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Türk Dil Kurumu Yayını, 1972.

[ 27] R. Ertem, Elifbe’den Alfabe’ye , Dergah Yayınları, 1991.

[ 28] K. Atatürk, Geometri, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1981.

[ 29] D. Aksan, Türkçenin Gücü, İş Bankası Kültür Yayınları, 1987.

[ 30] İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988.

[ 31] İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III. Cilt, I. Kısım (Sofiyye Ricali ve Kadızadeliler), Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983.

[ 32] C. Özakıncı, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din, Bellek Yayınları, 1994.

[ 33] G. Kessler, J. Eckmann, Alman ve Macar Dillerinde Özleşme, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1972.

[ 34] T. Akpınar, Türk Tarihinde İslamiyet, İletişim Yayınları, 1994.

[ 35] N. Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı, 1986.

[ 36] N. Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, İrfan Yayınları, 1976.